Gazeteciliğe başladığımda ne kadar ağdalı ve anlaşılmaz yazarsam o kadar iyi olacağımı, yayın yönetmenimin beni daha çok takdir edeceğini düşünürdüm.
Sene 99’du ve okurlarımızın beklentilerini anlamamız için bize mektup yazmaları gerekiyordu. Yaşı icabı biz yaştakilerden daha çok mektup alan Selahattin Duman bir gün beni kenara çekti ve meslek hayatım boyunca hiç unutmayacağım şu sözleri söyledi.
Basit yaz
“Bak kızım; iyisin hoşsun, kafan da çalışıyor gibi biraz ama neden lafları bu kadar uzatır, neden soluksuz (noktasız demek istiyor) konuşursun. Basit yaz basit, merak etme kimse senin aptal olduğunu düşünmez.”
Selahattin abi, eğer fazla basit yazarsam, aptal gibi görünebilirim endişemi anlamıştı ve bunu yerle yeksan etmenin tek yolunun kendi yazılarından örnek vermek olduğunun farkındaydı. Bir gün, Türkiye’deki ilk botox haberini yapıyor olmanın hevesiyle kurduğum cümlelerle kendi köşesinde öyle bir dalga geçti ki, o gün gazeteciliği bırakmam gerekirdi normalde ama yılmadım. Her yazdığım haberi önce ona okuttum. O “tamam” diyene kadar da durmadan yazdım yazdım.
Böylece okutan bir yazı yazmanın ilk maddesini öğrenmiş oldum. BASİT YAZACAKSIN BASİT. Gerçekten de basit yazdıkça daha çok mektup almaya başladım. Dedim ya o zamanın kriteri buydu.
Görseli konuştur
Kendime fazla haksızlık etmiş olmayayım, bir yanım fena değildi. Bana bir fotoğraf ver, (ne olduğu hiç önemli değil) o fotoğraf hakkında en az iki sayfa yazı yazabilirim. Öyle eften püften de değil ha, al haber olarak dergiye koy o derece. Bu yönümü keşfeden yayın yönetmenlerim, dergide oldu ya beklenen ilan gelmedi, sayfa boşa çıktı hemen yabancı dergilerden bir opak koparır, “İlkay al, buna bir yazı yaz” derlerdi. En geç iki saat içinde o yazı grafikerde olurdu. Böyle böyle görseli konuşturmayı, hikayeleştirmeyi öğrendim. Yazı ve görsel arasında öyle güçlü bir bağ olurdu ki, gazetede stajyerliğimi Bulvar gazetesinde yaptığım konuşulurdu.
Aynı dili kullan
Okunur bir yazının en önemli bu kuralını da yayın yönetmenliğini yaptığım Trendy Dergisi’nde test ettim. Bir gençlik dergisi çıkaracaktım. Artık iyice işi öğrenmiş bir gazeteciydim ancak bir kusurum vardı, 14 yaşında değildim. O yaş grubunun ilgi alanlarını, zevklerini, ihtiyaçlarını öğrenmek için o yaşlarıma geri dönmeye çalıştıysam da, aklıma Pet Shop Boys’u kapak yapma dışında hiçbir şey gelmedi. Zaten onlar da dağılmıştı çoktan. Baktım olacak gibi değil, o yaşlarda birkaç gençle gazoz ve bisküvi karşılığında fokus gruplar yaptım. Birkaç hafta sonra bir paravanın arkasından olmak şartıyla her türlü genç muhabbetini yapabilecek kıvama gelmiştim. İlk kural dergide asla “genç” kelimesini kullanmamaktı. Çünkü biz de ekip olarak gençtik ve kendimizi abla gibi konumlandırmanın onları kendimizden uzaklaştırmak dışında bir işlevi olmayacaktı. Hepimiz gençtik, hepimiz Trendy idik ve bu felsefenin karşılığını haftalık 90 bin tirajla fazla fazla aldık.
Merak uyandır
Çömezken büyüklerimizden ilk öğrendiğimiz şey bir haberin mutlaka merak uyandırması gerektiğiydi. Ajitasyon da iş yapardı ama onu yapamadığın durumlarda merak duygusu bir şekilde olmak zorundaydı. Bunu dergi çıkarırken yapmak kolaydı. Dergiyi poşete sokup, kapağına birkaç çekici başlık koydun mu oluyordu. Ancak devir artık internet devriydi. Ben de Hürriyet’in haber sitesindeydim artık. Anasayfaya koyduğumuz bir haber biraz düşünce hemen çıkartılıyordu. Bu da bir editör için fena bir şeydi. Onca uğraş didin, haberi yaz, 5 dakika bile durmasın olacak iş değil. Bunun bir yolunu buldum. Öyle bir başlık koyuyordum ki, o yazı günün tıklanma rekorunu kırıyordu. En sevdiğim şey ise, haberi koyduktan sonra bahçede süte -nes içmeye çıkmak, döndüğümde haberimin birinci olduğunu keyifle izlemekti. Başlık ve spot kurallarım belliydi. Kişi çok ünlü değilse isim kullanmıyordum, spotta makalenin konusundan bahsediyor ancak çok da açık etmiyordum, her zaman güzel fotoğrafları tercih ediyordum. Eh özgün içerik derken bir tek metinden söz etmiyoruz ya, fotoğraf da bir içerik olduğuna göre o da özgün ve güzel olmalıydı. Elbette bunu yaparken, demiyorum ki bazı ucuz haber siteleri gibi bir kaşık suda fırtına kopartın. Okur asla zekasıyla dalga geçilmesinden hoşlanmaz. Ancak biraz merak iyidir. Önemli olan dozu iyi ayarlamak.
Sosyal medyayı akıllı kullan
Arada 2000 yılında Türkiye’nin ilk kadın sitesi Mahmure’yi kurduğumuz zamanı atladım. Dergiciliğin en şaşalı olduğu yıllarda daha adı bile doğru dürüst telaffuz edilemeyen internet aleminde kulaç atmaya çalışmak hiç kolay değildi. Siteyi aynı bir dergi titizliğiyle hazırlamaya çalışsak da, kendimiz çalıyor, kendimiz oynuyor gibiydik. Sanki bir filler mezarlığına sürgün gitmiştim. Bırak maili, telefon bile çalmıyordu o derece. Neyse ki kabus çabuk bitti! Türkiye’de internet gazeteciliğine daha çok var deyip, hayalimdeki dergi için hazırlıklara başladım. Madem tam çalışmak istediğim gibi bir dergi yoktu, o zaman neden ben onu yaratmıyordum ki?
Trendy ve hurriyet.com.tr günlerinden sonra 2007 de tekrar Mahmure ve diğer yaşam kanallarının yöneticiliğini üstlendiğimde artık dijital yayıncılık diye bir kavram vardı Türkiye’de. Sosyal medya denilen bir şeyden söz ediyordu yurtdışından eğitime gelen gurular. Mahmure de eski Mahmure değildi hani, yıllar içinde serpilip güzelleşmiş, hoş bir hanımefendi olmuştu. Yine aynı dergi titizliğinde hazırladığımız haberlerin dönüşlerini artık anında alıyorduk. Tabii masa başında “Bakalım bu haber kaç okunacak?” demektense, sosyal medyada paylaşımlarda bulunuyor, okunurluğunu hiç yoktan 10 kat arttırıyorduk. Böyle böyle Mahmure’nin aylık UV’sini aylık 2 milyona çıkarmış olduk. Bu gerçekten inanılmaz bir işti. Hürriyet, (bakın bu linkte haberi var) Media Cat, Digital Age gibi dergiler bizi haber yapmıştı. Sosyal medyanın içerikteki görevini de böylece test etmiş oldum. Gerçekten iyi bir içeriğiniz varsa paylaşın. Blogunuz ölü gibi durursa, bir gün gerçekten kefeni giyer çünkü.
Yarasına merhem ol
Takvimler 2011’ i gösterdiğinde artık yeni bir trend ile karşı karşıyaydık. Bildiğimiz klasik pazarlamaya yeni bir yöntem daha eklenmişti ve bu iş tam da bize göreydi. Her ne kadar pazarlama kısmına hayatını pazarlama yaparak geçirmiş profesyoneller kadar hakim olmasam da içerik konusunda fena sayılmazdım. İkisini birleştirmek çok zor olmadı. İçerik pazarlama, hedef kitleye hiçbir şey satma gayreti olmaksızın onlara faydalı içerik sağlayarak duygusal bir bağ yaratma işiydi ve bu bence spiralli Sana yemek kitabınının tıpatıp aynısıydı. Eğer birinin sorununu hiçbir beklenti duymadan çözebiliyorsanız, karşılık verme teorisi çerçevesinde o da size karşılık veriyor, ya sitenizi ziyaret ediyor, ya sizden bir ürün alıyor, ya da postlarınızı sosyal medyada paylaşıyordu. İşiniz içerik üretmek olmayabilir, yani siz aslında dünyanın en kötü yazılarını yazan bir muhasebeci olabilirsiniz. Hiç dert değil. Yine de bir blog açın. Zor mu geldi, facebook sayfanızdan en çok sorulan soruları cevaplayın. Sadece bunu bile yapsanız, bir süre sonra aranılan bir muhasebeci olabilirsiniz. Bu trendi hepimizden önce keşfeden Op Dr. Kağan Kocatepe’yi yürekten tebrik ederim. Zira Mahmure yıllarında hiçbir beklentisi olmadan her gün onlarca maili cevaplayarak, kendi web sitesinde hafta hafta gebelik içerikleri girerek kendi içerik pazarlamasını kendisi yapmış olmanın karşılığını bugün fazlasıyla alıyor. Biraz sabır ve zaman gerekiyor sadece ama değer mi değer.